MÜZİĞİN KİLOMETRE TAŞLARI
Teknolojide yaşanan gelişmeler kalabalık orkestralar küçüldü. Büyük orkestralar yerini tek kişilik orkestralara bıraktı. Seksenler Taverna müziği yapan tek kişilik orkestralarla geçti. Bu kişiler içinde işini adam gibi yapan kişi sayısı bir elin parmakları kadar az. Atilla Yelken onlardan biri.
80’li yıllarda meşhur bir sözünüz var: “Arabeske kravat taktırdım”, dediniz. Bu söz neyi ifade ediyor?
Atilla Yelken: O yıllarda albümlerimizde türkü, arabesk şarkılar, Türk Sanat Müziği, Türk Hafif Müziği diye anlamlandırdığımız, Türk Popu Müziği’nin temel taşlarını oluşturan şarkıları söyledik. Bu arada arabeskçiler ve Türkücüler (tabii Türk Sanat Müziği sanatçıları için bunu söyleyemeyiz), bütün albüm kapaklarına ve sahnelere hep bağrı yanık delikanlılar şeklinde yani bağrını iyice açarak, altın madalyon takarak pozlar verdiler. Bıçkın delikanlıların söylediği şarkıları, biz şehir lehçesi ile daha güzel, herkesin anlayabileceği biçimde söyledik. Daha eskilerin, bizden önceki dostlarımızın rahmetli Berkan Tanerler ve Tanju Okanların yaptığı gibi yorumladık, onlar da türküleri yorumlamışlardı. Ayrıca türkü de söylesem gerek albümümde gerekse sahnemde hep kravat, papyon taktık. Sahneye böyle çıktık. Kimi zaman yaz günü bile kravat takıyorduk. Uzun yıllar otellerde, müzisyen olarak çalıştığımdan böyle bir kültür içinden geldim.
Doksanlı yıllarda kadar müzik üretmeye devam ettiniz, sonra “artık tamam dediniz” Neden?
Atilla Yelken: 1991 yılına kadar üretime devam ettim. Ama, sahne benim ekmeğim. 1996 yılında İstanbul'dan ayrıldım, o aralar tabii 80'li yılların sonlarından 1991'e kadar
albümler yaptım. Mesela, 1986 yılında ‘Mum Işığında’ şarkısının içinde olduğu bir albüm yaptım, 'Senden Öğrendim' Özkan Turgay’ın bir bestesiydi. O arada arabesk salgını vardı, çok güzel bir albümümdü. Albüm Arabesk furyası içinde güme gitti. Sonra benim plak şirketim dedi ki “herkes gidiyor mersine sen gidiyorsun tersine, bu işi biraz daha çağa uydur”. “Nasıl uydurayım” derken, bir albümümde de tek başına çalıp söyledim. Ama o albümden çok fazla lezzet almadım, işin aksiliği o albüm de çok sattı. ‘Tarabya’dan Sevgilerle’ isimli bir albümdü, onda çok arabesk söylemedim, daha çok Türk Sanat Müziği kokan besteler vardı. 1991 yılında yine bir albüm yapma ihtiyacı duydum, o albümü de tek başına çalıp söylemekten zevk almadım. Yine orkestrasyon yaptım, içinde kemanların, farklı farklı enstrümanların olduğu, arabesk şarkıların, Türk Sanat Müziği şarkılarının, Türk Pop Müziği şarkılarının olduğu bir albümdü. 'Beyaz Beyaz' isimli bir albümdü, onda istediğim lezzeti yakaladım, fakat piyasanın gelişimi, o yıllardaki piyanist şantörlüğün boyut değiştirmesiyle farklılaşmıştı, bir baktık ki iş, on sene içinde çok farklı kulvarlara gidiyor. O dönem Ferdi Özbeğen de prodüksiyonlarını durdurdu. Çünkü siz çok kaliteli bir şey verdiğiniz zaman, karşıdan çok kaliteli bir şey alınmıyor, bir numara büyük geliyorsunuz. Fakat bizim mesleğimizde hep vitrinde olmak zorundasınız eğer göz önünde değilseniz hemen unutuluyorsunuz ve yeni gelen nesil sizi tanımıyor. Biz çok çabuk tüketiyor ve eskitiyoruz maalesef.
1996-97 yıllarında Bodrum’a gittiniz. Uzun bir süre orada kaldınız. Bodrum’da neler yaptınız?
Atilla Yelken: Her müzisyenin hayalinde kendi kitlesine, kendi müşterisine müzik çalmak vardır. Benim de
Bodrum’da bir restoran açma özlemim vardı. Bodrum’da bir restoran açtım, 12 sene kadar çalışma hayatım orada geçti.
Orada sahne aldınız mı?
Atilla Yelken: Tabii, kendi yerimde çaldım, söyledim. Kışları da İstanbul dışında dağ otellerinde, başka şehirlerde yani Türkiye'nin her yerinde çaldım, söyledim. Yurt dışında da çalışmalarım oldu. Müzik, sahne ve yorumculuk hiç bitmedi. Ama albüm yapmadım, albüm için, yeni bir şey yapma zamanı gelmemişti.
Albüm üretimini bıraktınız ama sahne devam etti. 2012 yılına kadar dinleyicilerinize pek yeni bir şey vermediniz?
Atilla Yelken: Ben hep dostlarıma, müzik dinleyicilerime sordum ”Atilla Yelken bundan sonra ne yapmalı, bana yakışan nedir?”, diye. Müziği çok iyi yerlerde, çok iyi mekânlarda, otellerde yaptım. Yanlış bir şey
yaparsam Atilla Yelken’i çok geri mi götürürüm?, ben bunları hep danışarak yaptım. Mesela, 1982
yılında söylediğim “Gözler Kalbin Aynasıdır” isimli şarkımı bir kez daha yeniledim, ona yeni lehçemle yeni enstrümanlarla, yeni yorumumla farklı bir hava kattım. Aynı şekilde ‘Mum Işığında’ şarkımı da yeniledim.
Biraz geçmişe gidelim.
Sizinle ilgili bir basın taraması yaptığımız zaman gazetelerde, dergilerde çıkan enteresan bir haber var. TRT denetiminden bir sıkıntınız olmadığını biliyoruz, fakat çok enteresan bir haber kupürü var, on yıllık sakalınızı kestiğiniz yönünde. Bu doğru mu?
Atilla Yelken: O yıllarda, yani ben 70’li yılların sonlarına doğru imaj olsun, diye sakal bıraktım, böyle cici de bir sakal tertemiz, görüş olarak da hiç bir tarafa çekilemeyen bir sakaldı. Kıyafetim ile iyi örtüştürüyordum. Üzerinizde hem marjinal renklerde olan papyon, kravat, smokin, her şey var bir de böyle güzel sakalınız var. Piyanist ve şarkıcılık yıllarında 80’lere kadar sakalımı kullandım. Ancak, o tarihlerdeki bir televizyon programında televizyonun yapımcısı benden rica etti. “Atillacığım her şeyi çok güzel yapıyorsun ama acaba sakalını keser misin? Sana yeni bir program yapacağız” dedi, ben de “tabii keserim” dedim. Hemen, o gün sakalımı kestim.
Gerçekten, gazetelerin dediği gibi on yıllık sakal mıydı?
Atilla Yelken: Evet tam on senelik bir sakaldı.
Albüm kapaklarınızda sizin sakallı fotoğraflarınız çok meşhurdur. Tabii ki, TRT’de o dönemde sanatçılar devlet memuru gibi çıkarlardı, ‘takım, kravat gibi’ enteresan yönetmelik vardı. Bugüne baktığımızda sanatçılar oldukça rahat. Kimse, kimsenin sakalına karışmıyor, kimse kimsenin şarkısına da karışmıyor. Müthiş bir özgürlük var. Sizce, bu bir avantaj mı?
Atilla Yelken: Ben, hiç bir zaman eski kafalı kalmadım, kalmam, kalmak da istemiyorum. Benim on beş yaşında dinleyicim de var. On beş yaşında bir çocuk, hem duruşumla hem lezzetimle beni dinlediği zaman keyif alabiliyor, yetmiş yaşında bir insan da keyif alıyor. Biz, eskiden televizyon programına gittiğimizde arkadaki dekorun diye sekiz, on tane elbiseyi kollarımız koparcasına götürür ve o günkü prodüktöre “bunlardan hangisi ışıkla, dekorla olur”, diye sorardık. Fakat şimdi bazı sanatçıları görüyoruz ki, yolda yürüdüğü kıyafetle televizyon stüdyosuna geliyor, bunu doğru bulmuyorum.
Gerek verdiğiniz mesajlarla gerekse sanatçı üslubunuzla tam bir İstanbul beyefendisisiniz.
Atilla Yelken: Bununla aklıma bir anıyı getirdiniz. Küçükken beni ve ablamı babam Beyoğlu'na sinemaya götürürdü, biz küçük yaşlarda Beyoğlu'na çıkarken babam bana kravat taktırırdı. Bu kültür, oradan geliyor, benim kökenim Rumeli'ye dayanıyor. Babam kendi de sürekli kravat takardı.
Atilla Bey 70’lerde başlayan ve bugüne kadar gelen müzikal serüveninize ilişkin konuştuk. Kaç yıldır sahnelerdesiniz?
Atilla Yelken: 50 yılı devirdik.
“50’yi geçtik” diyorsunuz. Atilla Yelken, bundan sonra ne yapmayı planlıyor?
Atilla Yelken: Bundan sonra asla yanlış bir şey yapmamanın peşindeyim. Biliyorsunuz, albüm alıcısı on beş ile yirmi beş yaş arasında gençler, paralarının bir kısmını ayırarak bir albüm alabiliyorlar. Bunun üstündeki insanlar, bir arşiv albümü gibi düşünebiliyor. Yirmi beş otuzlu yaşlarda artık hayat gayesi, ev geçindirme gayesi başlıyor.
İnsanların albüme yatıracakları bir şey yok. Allah’tan şimdi yeni yeni internette pazarlanan şarkılar var. Bu arada çok eski yıllarda prodüktörler ve plak yapımcıları bütün sanatçılara bir yatırım yapıyorlardı. Sanatçıyı onore etme adına yapılıyordu, elinizi cebinize atmıyordunuz. Ancak, şimdi 7’den 70’e bütün sanatçılar kendi albümlerini kendileri yapıyor, hatta ilişkide olduğunuz müzik şirketleri albümünüzün telif haklarını dahi ödemeniz konusunda öneriler getiriyor. Dahası bazı şirketler klibini de yapma imkânın var mı, hatta biraz daha üstüne gidip “klibini x kanalda yayınlatabilme kabiliyetin varsa, gerisi kolay” gibi söylemlerde bulunuyorlar. Tabii, bu arada düşünüyorsunuz, bunlarında hepsi vakit ve nakit meselesi. Vaktimi şu anda besteler toplamakla, ne yaparım ne ederim de bundan sonra kalıcı ürünler meydana getirebilirim, diyerek geçiriyorum. En iyi albüm yapma, en çok albüm satma, günlerce, haftalarca liste başı olma lezzetini yaşadım. Şu andan itibaren yaptığım bir şey bu lezzeti yakalamalı, yakalayamayacaksa patinaj yapmanın çok da bir anlamı yok, diye düşünüyorum. Çok meşakkatli bir iş, tadında bırakmak da istemiyorum. Gönlüm, hep bir şey yapayımdan yana.
Haberin devamını oku Gazete Ataşehir